Yücel Erten… Sanat yaşamında 60 yılı geride bıraktı, sergilediği 80’den fazla oyunla 40’tan fazla ödül kazandı. Önceki dönemi İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in girişimleriyle, 70 yıl önceki hikâyesine kaldığı yerden yeniden başlayan İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun “kurucu genel sanat yönetmenliği”ni üstlendi ve burada da 12 oyun sergiledi, 30 bini aşkın tiyatroseveri ağırladı.
Erten, üç yıllık görev süresinin sonunda, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın, kendisinin yerine başka bir genel yayın yönetmeni ile çalışacağını bir bürokrat aracılığıyla öğrendi. Geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabı üzerinden konuyla ilgili bir metin yayımlayan Erten’le süreci konuştuk.
‘SEYİRCİ DE MUTLUYDU BİZ DE’
İzmir’de, 70 yıl sonra yeniden doğan “Şehir Tiyatrosu”nun başındaydınız. Ağır ve sorumluluğu oldukça yüksek bir görev olduğu açık. Bu üç yılda neler oldu, nasıl bir iklim hâkimdi, neler yaptınız?
70 yıl boyunca tiyatro alanında düzenli ve kalıcı bir üretimle bir ilgisi olmamış bir belediyeden söz ediyoruz. Zaman zaman 15-20 amatörü bir araya getirip “proje” adı altında belediyeden kazanç sağlayan etkinlikler, bu kapsama girmez. Kadrolu, yerleşik, kalıcı tiyatro yapılanması belediye bünyesinde 70 yıl boyunca hiç olmamış. Dolayısıyla belediye nezdinde bir “kurumsal hafıza”nın oluşmamış olması, normaldir. Ama aynı zamanda anormal sorunları barındırır. Daha ilk ağızda şöyle sorularla karşılaşabilirsiniz: “Nasıl yani, sanatçılar sabah sekizde kart basmayacaklar mı?”, “Nasıl yani arşiviniz de mi olacak? Bu ne lüks?”, “Canım artık tiyatro diye bir sanat mı kaldı? Artık dijital sanat denen bir şey var!”… Uzatmayayım, en büyük zorluk, bin yıllık bürokrasi geleneğine, tiyatronun yaşamsal gereksinimlerini, çalışma usul ve şartlarını, prestij sorunlarını anlatmaktı.
Yanı sıra tiyatro için asla uygun olmayan ihale yasaları, nerdeyse “Pek bir şey yapmayın” ya da “Yavaş çalışın, bekleyin, az iş yapın” dercesine, süregiden bir engel oluşturmakta. AKP’nin katma bütçeyi kaldırmış olmasından bu yana, belediye tiyatroları bu cendere içinde. Pandemi, ekonomik kriz, uyum sorunları vs. Hepsini saymayayım, şikâyet gibi durmasın.
Bu nedenlerle tiyatronun ve belediyenin, karşılıklı öğrenme zorunluluğu vardı. Sanatçılar olarak biz de, belediye de öğrenmeye gayret ettik. Bütün zorluklara, eksikliklere rağmen, oyun bilmeyen gelin misali “yerim dar, yenim dar” demedik, çalıştık, emek verdik, ürün verdik. Üç sezonda 12 oyun çıkardık. Sahnemize kavuştuğumuz ikinci sezonda, 30 bini aşkın seyirciye ulaştık, üstelik istisnasız bütün temsillerimiz kapalı gişeydi. Bu ne demek? Seyirciyle buluştuk, kucaklaştık demek. Seyirci de, biz de mutluyduk.
Peki ne oldu da bu duruma gelindi?
Ama üçüncü yıla girdiğimizde, “Kurucu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten’in ilk dönemi sona erecek” diye, kapının önünde amatör bir hareketlenme başladı. Oysa yönetmelik var, kural var. Buna göre sanat yönetmenliği için Türkiye çapında ilana çıkılır, dosyanı hazırlayıp başvurursun, yönetim kurulunun liyakat süzgecinden geçen birkaç kişi başkana önerilir. Başkan da birini atar. Ama belli ki, o er meydanını göze alamayanlar var. Alaturka bir bakışla, bir yönetmelik değişikliği ya da tepeden inme tayin yoluyla kendisine koltuk aramak, alışkanlık haline gelmiş anlaşılan. Bir arkadaşım bu kolaycılığı şöyle tarif etti: “Adam bütün çilesini çekip, sınavlarını yapmış, yapıyı düzeni kurmuş, fıstık gibi oyuncular, kapalı gişe, ödüller, övgüler, alkışlar. Bundan sonrasını ben de yaparım, ne varmış?”…
Elbette bu kaynaşmanın, kurum içine de yansımaları oldu. Egosu botokslu dedikoducularla, birkaç yancı, aranırsa her yerde bulunur. Ülkede bir yılda üçüncü seçim falan derken, bu kekremsi noktaya gelindi.
Göreve devam edecek olsaydınız, neler yapacaktınız? Projeleriniz nelerdi?
Ben yeni kurulmuş ve bazı konularda henüz bağışıklık kazanmamış genç bir tiyatroda, konuya “projelerim” açısından bakmam. Tiyatronun özdeki ihtiyacı açısından bakarım. Yedi iklimden gelmiş, değişik eğitim odaklarından yetişmiş, kurum deneyimleri farklı, birikimleri, yetenekleri, donanımları, dolayısıyla tutumları ve ezberleri de farklı insanların, tazecik bir kurumda bir araya gelip tiyatro yapmalarından söz ediyoruz. Her birinin tiyatro sanatına, kurum tiyatrosuna, oyunculuğa dair farklı görüş, alışkanlık ve -bazan yanlış- ezberleri karşısında, bir akord süreci zorunludur. Çünkü akord olmadan, ortak bir enerji oluşturmadan, iyi tiyatroya ulaşmak çok zordur. Kalite, fikren ve ruhen bu “ortaklaşma”da yatar.
Bu açıdan, yani oyunculukta bir ekip anlayışına ve ruhuna ulaşmak açısından, sahnemize kavuştuğumuz son iki yıl içinde iyi yol aldığımızı düşünüyorum. Buraya kadar -bir anlamda- genç arkadaşlarımı başarıya ben taşımış oldum. Ama bu yeterli değil. İşin artık çalışmada, üretmede ve yaratmada ortaklaşabilmeye, ortak bir dil ve disipline dönüşmesi gerekir. Türkiye’nin tiyatro tarihinde açılan yeni bir sayfanın öncüleri olma sorumluluğunu hissetmeleri gerekir. Sanatçı varlıklarını ve sanatsal üretimlerini, bireysel kariyer pürüzlerinden kurtarıp, ekip anlayışına doğru yüceltebilmeleri gerekir. Bence önümüzdeki önemli görev buydu… Yani projeler de bu hedefe uygun olacaktı.
‘BEKLEMİYORDUM’
Görevden alınmayı bekliyor muydunuz peki?
Doğru ifade etmek gerekirse, bir görevden alma değil bu. Sezon sonu itibariyle sona erecek görev periyodunu uzatmama kararıdır. Geçerli bir neden göremediğim için beklemiyordum doğrusu.
Size 74 gün boyunca randevu verilmediğini açıkladınız. Ancak bu süre içerisinde hem İzBBŞT’nin “Yolcu” oyunu prömiyerinde hem de Bedia Muvahhit Ödülleri’nde karşılaştınız. O anlarda tavır nasıldı? Konuşabilme şansınız oldu mu?
Oyunumuzun galasından sonra kendisini uğurlarken, randevu talebimi bir kere daha hatırlatmıştım. Ödül töreninde ise zaten aradan 4 hafta daha geçmişti. Tavrı hissetmemek mümkün mü? O filmi ben 20 yıl önce de seyrettim, 30 yıl önce de. Aynı salondaydık ama, karşılaşmadık. Başkanların veya bakanların etrafında koşuşturan, her fırsatta araya bir rica sokuşturan kalabalığı, o tarzı sevmem. Uygarca randevu alır, görüşürsün.
Aslında, sizin göreve başladığınız günden beri, özellikle İzmir tiyatro çevresinden ciddi muhalefet ikliminin varlığı biliniyor. Sizce bu muhalefet, Cemil Bey’de etkili olmuş mudur?
Yani buna muhalefet denilebilir mi, bilmiyorum? Muhalefet, somut verilere yaslanarak kamuoyu önünde eleştirmektir. Sözünü ettiğiniz iklim, taşralı mahalle dedikodulardan öteye geçmedi doğrusu. Ama yine de bütün sığlığına rağmen etkili olabildiği anlaşılıyor. Bugün görüyoruz ki, memleketin tiyatrocuları, sanatçıları, sanatseverleri, Sayın Başkan’a şu soruyu soruyor: “Neden?”… Yani Sayın Cemil Tugay’ın Yücel Erten’le devam etmek istememesi için, nasıl bir nedeni vardı? Gerekçesi neydi?… Yücel Bey, bütün zorluklarına rağmen, tiyatroyu derli toplu kurmuş ve benzersiz bir başarıya taşımış. Buna karşılık Başkan’ın bu sürece dair bir bilgisi, bir deneyimi, bir saptaması yok. Tiyatronun kuruluştan bu yana sergilediği 11 ayrı oyuna bir tek defa gelmişliği yok. Görüşüp konuşmaktan, bilgi almaktan da kaçınmış. O zaman neden? Başarıdan intikam almak isteyeceğini düşünecek değiliz ya. Şimdi nereden çıktı bu stratejik karar? Bunları göz önüne alınca şu ihtimal öne çıkıyor tabii: Yakından bilmediği, tam anlamadığı bir alanda, seçim atmosferi içinde kulağına üflenenlerle, sağına soluna verdiği sözler, üstüste binmiş olabilir. Beni ilgilendirdiği için değil, bir sanat kurumunun geleceğini ilgilendirdiği için, o soru çok haklı bir yerde duruyor: Neden?…
Bahse konu muhalefetin, en çok dillendirdiği argüman “Bir tiyatronun yapacağı en son iş, oyun sahneye koymaktır. Özellikle kurumsal bir yapı içinde” cümlesi. Ne diyorsunuz bu eleştiriye?
Rus dansçı, koreograf ve eğitmen Agrippina Vaganova şöyle demiş: “Benim baletlerimin, balerinlerimin yapacağı son iş bale yapmaktır.” Dansçıların eğitimi için geliştirdiği metod ile anılan biri. Önce bedenin çok sağlam bir fiziki kondisyon, esneklik ve kontrol kazanmasını, artistik ifadenin ancak bunun üzerine inşa edilebileceğini öngörüyor. Metod, dansçıda temel pozisyon ve hareketlerin mükemmeliyeti sağlandıktan sonra sahne çalışmaları başlayabilir görüşü üzerine geliştirilmiş. Eğitim yöntemini anlatan bir söz.
Haluk Işık, bu sözü kendince tiyatro alanına uyarlamış. Televizyonda uluorta şöyle dedi: “Bir tiyatronun yapacağı en son iş, oyun sahneye koymaktır. Özellikle kurumsal bir yapı içinde.” Bu onun savıymış. İyi de, bana ne onun kafaya taktığı saçma savından? Aklınca buradan soyut bir eleştiri çıkaracak. Burası, halkın vergileriyle sanat üreten bir kurum. Kurumsal bir yapı. En son yapacağı iş, nasıl “oyun sahneye koymak” olur? İlk işi, iyi oyunlar çıkarıp seyircisinin ilgisini, sevgisini, hatta hayranlığını kazanmaktır. Seyirciyi kendine bağlamaktır. Elbette ekibin ve tek tek oyuncuların gelişimi adına, iç eğitim bağlamında bir çok ödev de vardır. Ama o ödevler provanın yürüyüşü içine sindirilmek zorundadır. Tiyatro olarak oyun sahnelemeyi erteleyip, sivil toplum örgütleri şemsiyesi mi kuracağız, yoksa oyuncularımıza tarih ve kültür kursları mı açacağız? Saçma.
Hem zaten bence Vaganova’yı yanlış anlamış. O sözün tiyatrodaki karşılığı olsa olsa şöyle olur: “Benim oyuncularımın yapacağı en son iş, rol kesmektir.”
‘TİYATRO SANATINA BÜROKRASİ GÖMLEĞİ’
Belediye’den konuyla ilgili bir açıklama yapıldı. Bu aşamadan sonra, İzBBŞT’nin durumunu nasıl görüyorsunuz?
Belediye’nin yaptığı açıklamaya bakıyorum. Özerk, demokratik, katılımcı gibi laflarla bezenmiş ama özünde “Yönetmeliğe uymayacağız, değiştireceğiz” demekten öteye gitmiyor. Yönetmeliğin zayıf ve kaygan bir zemin olduğunu, gelenin-gidenin mezhebine ve meşrebine göre değiştirebildiğini, yerel yönetim tiyatroları için bir yasaya doğru yürünmesi gerektiğini yıllardır yazıyor, söylüyoruz. Bu kadarını bile anlatamamışız. İşte bakın, şimdi de Cemil Tugay değiştireceğini ilan ediyor. Hatay, Nilüfer, şimdi İzmir. Ne oluyor yahu? Sanki CHP memlekette bir şeyleri değiştiremiyor, çaresiz kalmış, görüntüyü kurtarmak için derli toplu tiyatroları kurcalayıp bozuyor gibi bir manzara… Elbette değişiklikler pozitif yönde de olabilir. Ne amaçlandığına ve nasıl yüründüğüne bakmak gerek. Buyrun, İzmir’in bugünkü anonsundan bakalım:
“İzmir, İstanbul ve diğer büyük şehirlerimizdeki yönetsel yapıların benzeştirilmesi amacı ile ivedilikle bir yönetmelik değişikliği yapılması” düşünülüyormuş. Bütün o tiyatroların -110 yaşındaki İstanbul’un bile- yönetmeliğinde “sanatsal özerklik” diye bir kavram yoktur. Tabii ki yayılmasından mutlu oluruz. Ama öte yandan İstanbul’un bile hâlâ yönetim kurulunda bürokrat çoğunluğu var. Bu garabeti aşmayı başarabilecek misiniz? Elma şekeri olarak sanatsal özerklik derken, elde kalan sapı olarak da bürokrasinin egemenliğine varmayasınız sakın? Sadece üst yönetimin iyi niyetine ve iznine bağlı olarak rahat davranabilen kurumları örnek göstererek, özerklik alanı yaratamazsınız ki.
“Belediye mevzuatına uygun bir yönetsel yapılanma kurulması”ndan söz ediliyor. Pardon? İzmir Şehir Tiyatrosu’nun mevcut yapılanmasında hukukî bir sakatlık mı var? Yapıya ayar çekmenin beylik demagojisi değil mi bu?
“Danışma Kurulu’nun yeniden oluşturulması, genişletilmesi ve sanatsal politika belirlemede etkin rol almasının sağlanması” planlanmaktaymış. Sizin demokrasi anlayışınız, “Tabii Senatörler” ve “Âkil Adamlar” örneklerinden ötesini göremiyor mu? Bunu ilan ederken, tiyatronun öz erkini yönetim kurulundan alıp, en kısa sürede sansür ve servis mekanizması olacak bir “danışma kurulu”na sattınız bile, farkında mısınız? Bu bahsettiğiniz konu, daha altı ay önce bir darbe girişimi olarak karşımıza gelmişti. Kurumla hiç bir iletişimde bulunmaksızın, gizlice, kurumun yönetimini, hukuken varolmayan bir “danışma kurulu”na aktarmaya çalışan meslektaşlarımız olmuştu. Buna geçit vermedik. Gelgelelim yeni Başkan bunun ne anlama geldiğini bilmediği için avlanmış gibi duruyor. O darbe, belli ki bugün Başkan eliyle hayata geçirilmek isteniyor.
“Şehir Tiyatrolarının içinde farklı nitelik ve içerikte komisyonlara yer verilmesi planlanmaktadır” deniliyor. Tiyatronun içinden size ne bayanlar, baylar? Sanatsal özerkliği kavrayışınız, bu kadar mı dar? Kuralına göre seçilerek atanmış bir genel sanat yönetmenine tiyatroyu üç yıl emanet edemeyecek kadar mı ürkeksiniz? Üç direktörü, altısı sanatçılardan oluşan yedi kişilik yönetim kurulu, 40 sanatçısı, bir o kadar da yardımcı çalışanı ile bir “birim tiyatro”da komisyonlar ne demek? Dışarıya bir “danışma kurulu”, içeriye de birkaç komisyon yerleştirerek, tiyatro sanatına bürokrasi gömleği mi giydirmek istiyorsunuz?
Bu girişimin, sanatsal özerkliğin iğfaline doğru gittiğini görün. Biz sanatçılar buna sessiz kalamayız. Herkesi, onyıllardır tiyatro dünyamızda kurultaylar, çalıştaylar, seminerler ve bildiriler üzerinden ortaklaşılmış ilkelere uymaya davet etmek görevimizdir: Gelin, üç yaşındaki o çocuğu, bireysel iktidar saplantılarınıza kurban etmeyin.